19 Ekim 2018 Cuma

Ölmek yasak.. Attila İlhan

ÖLMEK YASAK


daha önce bıçaktan hiç su içmedim
hiç kısılmadı kerpetene bıyıklarım
gururlu bir gemiyim oldum bittim
sabah olur yelkenlerimi saklarım
özgürlük dediğim yerde demirledim

üstüme varma bulutları tutamam
böyle paldır küldür gideceklerdir
gelmezsen farketmez kimseyi aramam
asıl sevdiklerim en içimdekilerdir
onlarla yaşarım eğer yaşarsam

olur mu gecemi yeşile çalmak
yıldız çivilemek parmak uçlarıma
ölüm kadar çabuksa eğer yaşamak
hiç doğmamayı isterdim ama
bir kere doğmuşum ölmek yasak

26 Ekim 2017 Perşembe

Kan var bütün kelimelerin altında

Kan Var Bütün Kelimelerin Altında
Posta arabalarından söz etme bana
Kan var bütün kelimelerin altında
Ezop'un şu lanetli dilinden söz etme
Kan var bütün kelimelerin altında
Umulmadık bir gün olabilir bugün
Aslan kardeşçe uzanabilir kayalıklara
Bir çay söyle yağmurların kokusunda
Kan var bütün kelimelerin altında
İşte durup dururken şurda
Bir yelpaze gibi açıldı sesin
Güzün en gürültülü kanadında
Göğün en ince dalında

Kan var bütün kelimelerin altında
Umulmadık bir gün olabilir bugün
Bir çeşme gibi akabilir cumartesi
Çığlığındaki sessiz harfler
Dün gecenin ağırlığıdır damarlarında
Ne güzel konuşur sokak satıcıları
Fötr şapkalarıyla ne kalabalıklar
Ve çiçekçi kızların göğüsleri
Daha suçsuzdur kırlangıç yumurtasından
Kan var bütün kelimelerin altında
Yaprağını dökecek ağaç yok burada
Ama ışık dökebilir olanca renklerini
Sürekli işbaşındadır belleğin
Tanık şairler arasında
Oyuncu arkadaşlar arasında

Yolculuk bir kafiye arayabilir
Atının kuyruğundaki düğümde

Ölüm bir kafiye arayabilir
Ak gömleğinde

Yol bir kafiye arar ve bulur
Dönemeçlerin benzerliğinde

Kan var bütün kelimelerin altında
Bir gül al eline söz gelimi
Kan var bütün kelimelerin altında
Beş dakka tut bir aynanın önünde
Sonra kes o aynadan bir tutam *
Beyaz bir tülbent içinde
Koy iç cebine
Bütün bir ömür kokar o ayna
Kan var bütün kelimelerin altında
İşte o kandır senin gülüşün
Sızmıştır hayatın derinlerine
Siyahtır orda kırmızıdır
Daldan dala atlar
Sever çocuklara anlatılan masalları
Ama iş savunmaya gelince
Yalnız alevi savunur
Ve güneşin solmaz çekirdeğini
Yalnız doruklarda

Umulmadık bir gün olabilir bugün
Kan var bütün kelimelerin altında

                                                            (Papirüs, sayı 36, Haziran 1969)

* Papirüs dergisinde bu dizeden önce "Kan var bütün kelimelerin altında" dizesi yer alıyor.

22 Kasım 2016 Salı

Sen benim sol böğrümdeki yara izi misin?

Sen benim sol böğrümdeki yara izi misin?

2000’li yılların başı, ortalık ‘milenyum’ diye yıkılıyor, ikibinli yıllar farklı olacak sanılıyor, ben liseye gidiyorum, milenyumun bir farkını göremiyor; okuldan çıktıktan sonra doğru eve dönüp, bilgisayar oyunları oynamayı seviyorum.

Bursa soğuk, mevsimlerden kış, aylardan Ramazan. Lisede olmama rağmen, gurbete okumaya gitmiş gibi bir halim var, evde genelde yalnız kalıyorum. Salonun ortasına bilgisayar masamı koymuş, monitörün yanına da ufacık televizyonu yerleştirmiş; bir yandan oyun oynarken, bir yandan da televizyon seyrediyor, aldığım radyasyon miktarıyla çok da ilgilenmiyorum.

İşte o günlerin birinde, yine televizyon kanallarında bir şey bulamadığım için hızla kanal değiştirirken, TRT’de durdum. Neden TRT’de durdum, hatırlamıyorum, o sırada kanalda yayınlanan dizide duyduğum bir diyalog, bir laf, bir espri nedeniyle belki, hatırlamıyorum. Ama kanal karlıydı, onu hatırlıyorum. Anteniyle oynadım, az da olsa düzeldi. Ve o haliyle izlemeye başladığım Şaşıfelek Çıkmazı’nı o kadar sevdim ki; dizi için bilgisayar masamı düzgün bir antenin bağlı olduğu oturma odasına taşıdım. Dizi ilk finalini yapana kadar TRT’nin her akşam yayınladığı tekrar bölümleri, hiç kaçırmadan izledim.

Şaşıfelek Çıkmazı, TRT’nin özel televizyonların karşısında iyiden iyiye yok sayılmaya başladığı bir dönemde sessizce yayınlanmaya başlamış ancak artan izleyici kitlesine rağmen, 38. bölümde bitirilmiş bir diziydi. Tekrarları sayesinde, benim gibi, onlarca izleyici daha kazanınca dizi 2002 yılında tekrar yayınlanmaya başlamıştı. Ancak TRT dizinin kendi içinde final yapmasına izin vermeyerek diziyi ikinci ve son defa sonlandırmıştı.

Kasap Alim ve Murat.Kasap Alim ve Murat.

Diziyi o kadar güzel yapan neydi, bunun mutlak bir cevabı yoktur elbette. İlk bakışta sıradan bir mahalle dizisi bile sayılabilir. Biraz samimi, biraz özenli. Sadece bu yeter mi bir diziyi güzel yapmaya? Mahinur Ergun’un hem yazıp, hem yönettiği ilk dizilerden biri olması mıdır etken? Ya da benim nazarımda efsane sayılan oyuncu kadrosu mudur? (Derya Alabora, Fikret Kuşkan, Cem Davran, Füsun Demirel, Hakan Tanfer, Ayhan Kavas, Mahperi Mertoğlu, Nurettin Şen, Suzan Aksoy, Aysun Metimer ve Dilaver Uyanık dizinin kemik kadrosuydu). Yoksa doğru zamanda, doğru insanların, doğru hikayeyle buluşması mıydı? Belki de hepsiydi.

Şimdi geriye dönüp, diziyi tekrar izleyince aslında diziyi bu kadar iyi ve benim nazarımda güzel yapan asli unsurun samimiyet olduğunu görebiliyorum. Zira dizinin hikayesi sorunlu başlıyor. Belli ki TRT’yle 13 bölüm olarak anlaşılmış ve o 13 bölüm; kocası vefat eden Aysel (Derya Alabora) ile kocasından dayak yediği için ondan kaçıp yıllar sonra mahallesine geri dönen İnci’nin (Zuhal Gencer) mahallede kadın başlarına ayakta kalma mücadelesi esas alınarak yazılmış.

Zaten ilk 13 bölümde genel olarak Aysel ve İnci’nin iş kurmaya çalışmalarını, aileleri ve çocuklarıyla mücadelerini ve elbette aşklarını; Aysel’in mahallenin öğretmeni Ali Rıza’yla; İnci’nin de Aysel’in abisi Hasan’la yaşadığı aşklarını görüyoruz.

Ancak sonrasında, yani dizi yeni 13 bölümlük siparişler alıp, devam ettikçe bu ana hikayeden sapma görünüyor, Aysel ve İnci’nin ayakta kalma çabalarından çok, mahalledeki diğer insanlara daha çok eğilen bir dizi izlemeye başlıyoruz.

Ve bana kalırsa, dizinin bu hali çok daha keyifli oluyor zira dizinin esas yıldızları yan karakterleri, yan hikayeleridir. Aysel ve Ali Rıza’nın aşkındansa Cesur-Seda-Ceyda aşk üçgenini izlemek, İnci ve Hasan’ın aşkındansa Feru’nun ümitsiz aşklarını izlemek, Kasap Alim’in çıldırmalarını, Murat’ın düzenbazlıklarını izlemek çok daha keyifli gelmiştir bana.

İlk 13 bölümden sonra dizi yavaş yavaş kabuk değiştirmeye başlamış; ilk olarak Betül Arım diziye dahil olmuş, Aysel’in babası Kemal Bey’le aşk yaşamaya başlamış, diziye bir anne figürü olarak dahil olmuştur.

Laf dinlemeden olmuyor.Laf dinlemeden olmuyor.

İkinci 13’te o mahalleye çok da uygun olmayan bir zengin figürü olarak Hilmi Bey (Selçuk Yöntem) diziye girmiş, kendisinin antipatikliğini konağındaki yardımcısı Ayşe Hanım (Ülkü Ülker) az da olsa gidermiştir. Bu dönem de dizinin hikayesi yavaş yavaş değişmeye başlamıştır. Mahalledeki birçok karakterin bir anda Hilmi Bey’in evine pansiyoner olarak taşınmasıyla dizi ufak bir pansiyon dizisine bile evrilmeye başlamıştır.

Üçüncü 13’te Ali Erkazan’ın diziye Kasap Alim’in dünürü olarak girmesiyle, dizinin hikayesi genişlik kazanmış ancak yine bu dönemde Mehmet Esen’in kadroya Hilmi Bey’in oğlu Mehmet olarak girip, dizinin açık ara en itici karakteri olması; Cem Davran’ın diziden çıkmasıyla Hasan karakterinin unutulması; Ali Rıza Hoca’nın aslında mahalleye roman yazmaya gelen bir yazar çıkması gibi abukluklar yaşanmış derken Derya Alabora – Lale Mansur ve Fikret Kuşkan – Ruhi Sarı değişikliğinde çekilen son üç-dört bölümle dizi TRT’de ilk finalini 38. Bölüm sonunda yapmıştır.

Mahinur Ergun’un hem yazıp, hem yönettiği bir dizi olarak başlamış olan Şaşıfelek Çıkmazı; TRT’deki ikinci seferine bu sefer Çağan Irmak yönetmenliğinde başlamıştır.

Dizinin bu, ikinci sezonu diyebileceğimiz ikinci başlangıcında, ilk sezon sonunda yaşanan gariplikler toparlanmış, Hilmi Bey diziden ayrılmış, herkes evine dönmüş, dizi tam anlamıyla yeniden başlamıştır. Derya Alabora ve Fikret Kuşkan rollerine dönerken, dizi en büyük kaybını Murat rolündeki Hakan Tanfer’le yaşamıştır. Hakan Tanfer diziden ayrılırken yerine Veysel Diker gelmiş, Murat karakteri sevimli düzenbaz bir karakterden, adi bir sahtekara evrilmiştir. Ayrıca diziye bu ikinci sezonunda Hasibe Eren de katıldı ancak Hakan Tanfer’in çıkması nedeniyle Sıdıka dizisindeki ana kadroyu bu dizide bir arada hiç göremedik.

Ayrıca diziye bu ikinci sezonda Hasibe Eren’le beraber Tanju Tuncel, Mehmet Gürhan, Gürhan Elmalıoğlu gibi isimler katılmış, dizi bu yeni sezonuna iddialı başlamak arzusunda olduğunu göstermiştir. Bir de tabii, ‘yakışıklı jön’ kontenjanından Tamer Karadağlı’yı unutmamamız lazım. Daha Çocuklar Duymasın çekilmemişken, yani Türkiye’nin büyük çoğunluğu Tamer Karadağlı’na kıl değilken, diziye giren Karadağlı kendisinden beklenen patlamayı yapamıyor, dizideki tek işlevi Aysel’i kendine aşık edip, Aysel’in iyice dengesizleşmesine yol açması oluyordu.

Bu sezonun ilk bölümünde tüm olayların adeta sihirli bir değnek değmişçesine değiştiğini göstermesi adına sanırım diziye bir de Kubilay Tuncer ‘Sihirbaz Kubi’ karakteriyle katılıyor ancak iki-üç bölüm sonra ‘Kubi’ kendini yok ediyor, bir daha kendisinden haber alınamıyordu.

Ve bu ikinci sezonda artık hikaye İnci ve Aysel’in ekseninden epey bir çıkıyor, Cesur’la Ceyda’nın evlenmesi, Seda’nın evlenmesi, Kasap Alim’le Sucu Kazım’ın dünür olması, onların hep beraber ocakbaşı açmaları, Cesur’la Feru’nun çay ocağı açmaları gibi yan hikayeler dizinin asıl tadını vererek devam ediyordu. Ve benim aklımda kaldığı kadarıyla Cesur’un daha yeni evliyken, bir başka kadına aşık olduğu bölümde de TRT diziyi bitiriyordu.

Aysel, yeni gelin Ceyda'yı şikayet ediyor.Aysel, yeni gelin Ceyda'yı şikayet ediyor.

Dizinin güzelliği samimiyetiydi dedim, bunu biraz açmak istiyorum. Şu anda çekilen dizilerle bir karşılaştırma yapacak olursam; Şaşıfelek Çıkmazı’ndaki mekanları gözümün önüne getirdiğimde daha ‘gerçek’ bir mahalle görüyorum. Gerçekten kastım, yaşayan, Üsküdar’ın ara sokaklarında biraz dolaşsam sanki karşıma çıkacakmış gibi hissettiğim bir mahalle. Ancak sonrasında çekilen ‘mahalle dizilerinde’ bu hissi alamamaya başladım. Gerçek mekanlarda çekilmesi değil sorunum, yeni çekilen dizilerin o gerçeklik hissini verememesi. Belki biraz teknolojik bir sorun, şu anda HD çekilen bir mahalle dizisine hakim olan o teknolojik, cafcaflı renkler bize o samimiyeti vermiyor. Mahalle dediğin, biraz puslu olmalı, biraz pis, bakımsız olmalı gibi geliyor. Bu yüzden belki de yeni çekilen diziler genelde konaklarda çekiliyor, yüksek çözünürlüğe uygun mekanlar seçiliyor diziler için.

Ya da bu sadece benim hüsnü kuruntum.

Şu an aslında Üsküdar’ın ara sokaklarında bile böylesine bir mahalle kalmadı. Dizi devam ediyor olsaydı Feru’nun bir kahve zincirinde barista olarak, Cesur’un bir pizzacı zincirinde motorsikletli kurye olarak, Aysel ve İnci’nin de plazalarda çalışacağı, Murat’ın büyük ihtimal köşeyi dönmüş olacağı bir dünya düzeninde mahalle samimiyeti aramak belki de fazla zorlama.

Ancak nostaljiyi sevdiğim için bu diziyi seviyorum bir ihtimal; hatta mahalle dizileri bu yüzden hâlâ seviliyor belki de. Çok katlı, fazla güvenlikli sitelerde eskiye duyduğumuz özlemden ötürü mahalle dizilerini seviyoruz; çocuklarımızın komşunun çocuklarına senelerce aşık kalamayacağını bildiğimizden bu bize romantik geliyor. Hamile kalınca karnındaki çocuğa mahallesini gezdirecek biri yok artık ya da bahçede kutlama yaparken komşunun kızları yanımıza gelmeyecek, komşularımız camdan bizi izlerken dans etmeyecekler; evden kaçan kadınların sığınacakları bir Saadet’leri, erkeklerin akıl danışacakları bir Kemal Baba’ları yok artık.

Mahinur Ergun yıllar önce Ranini’ye verdiği röportajda, Fikret Kuşkan’la bir araya geldikleri zamanlar, diziyi devam ettirmek üstüne konuştuklarından bahsediyor. Cesur’un Ceyda’dan boşandığını, Cesur’un hayatının ne olacağı üzerine konuşurlarmış. Ancak bu rüya bile hemen realiteyle bozuluyor, “O kadroyu bir araya getirecek bir dizi bütçesini sağlamak şu anda mümkün değil,” diyor Ergun.

Zaten bu realiteler bizi bozmasın diye artık daha az hayal kuruyoruz ya, seneler önce izlediğimiz güzel dizilerdeki, güzel replikler bizi mutlu ediyor, o da bizi avutuyor.

“Sen benim sol böğrümdeki yara izi misin Alim? Hava bozunca sızlamaya başlıyorsun.”
Not: Ve iki yıl sonra bir tahe daha Şaşıfelek Çıkmazı yazısı geldi. Zeynep Gönenli imzalı. 
Oben Reggio
29/12/2013 15:30
- See more at: http://www.ekranella.com/haber/sen-benim-sol-bogrumdeki-yara-izi-misin#sthash.eqVCgaIW.dpuf

20 Kasım 2016 Pazar

begonvil..

Gelin duvağı, Rodos sarmaşığı, konsolos çiçeği ya da en yaygın bilinen adıyla bir Akdeniz efsanesi olarak begonvil…
Sabahın ilk ışıklarıyla balkonunuzdan aşağıya doğru sizi selamlar zarifçe. Gözünüzü biraz kaydırıp masmavi denizle yakaladığı bütünlüğü görünce daha bir mutlu uyanırsınız. İnsana yaşama sevinci verir.
Adını, kendisini 1768 yılında Brezilya’da keşfeden ve Avrupa’da tanınmasını sağlayan Fransız amiral Louis Antoine de Bougainville‘den almıştır.
Ana vatanı Güney Amerika olan Bougainvillea Ekvator’dan orta Brezilya’ya kadar uzanan alanda yetişir.
Begonvil, mor, beyaz, pembe ve kırmızı renkte çiçekleri olan, tırmanıcı özellikte ve ağaçsı bir bitkidir. Güneşi sever. Hastalık ve böcek barındırmaması önemli bir özelliğidir.
Akdeniz’in Süsü
Ülkemizde Akdeniz bölgesinin yazlık evlerinin vazgeçilmez bir bitkisidir. Begonvilin rengi aslında “bract” denilen rengini değiştirme kabiliyetine sahip bir grup yaprak tarafından verilmektedir. Yani aslında renkli görünen parçalar çiçek değil, kendi rengini değiştiren bir grup yapraktır. Braktelerin altında küçük sarı renkte görülen asıl çiçekler kokusuzdur.
Yapraklar 3-4 cm ya da türe göre biraz daha büyük olabilir. Yaprak kenarları düz olup, kış soğuklarında yaprak uçlarında bronzlaşma görülür. Begonviller sarılıcı bitkilerdir bu halleriyle binaların ya da peyzajelemanlarının boyu uzunluğunca büyüyebilirler.
B.spectabilis mor renkli olan türdür, brakteleri en büyük türlerden biridir. ‘jamaica white” beyaz renklidir, soğuğa en dayanıksız olan türdendir. “rainbow gold’ ise kırmızı renklidir ve spectabilise göre daha seyrek bir yapısı vardır.
Eskiden Bodrum’da begonvil olmadığı, Cevat Şakir’in Büyükada’dan giderken oraya taşıdığı ve böylece orada yayılmaya başladığı söylenir.
‘Konsolos çiçeği’ denilmesinin nedeni de, bu çiçek ilk kez Mersin’deki İtalyan Konsolosluğu’nun bahçesinde görülmüş ve adı böyle kalmıştır.

Bougainville;
Konsolos Çiçeği İsmini Hangi Konsolosluktan aldı. İtalya mı İspanya mı?

“Bir de dostluk” isimli kitapta Necdet Canaran’ın Ksenofon Tahinci ile yaptığı bir söyleşisi yayınlandı. Yakın zaman önce vefat eden, Fonda olarak da anılan Ksenofon, Mavromati’nin torunlarından Fedon Tahinci’nin oğlu. Zaman zaman değindiğim konular olması ve söyleşinin bazı kısımlarında ayrı görüşümün olması nedeni ile yazmak gereğini duydum.
Mavromati, ölümünden sonra yüz küsur sene geçmiş olmasına rağmen unutulmayan bir kişiliğe sahip yabancı uyruklu bir Rum… Zamanın ekonomisinde, tarımında, sanayisinde öncü olmuş, gerek cemaatine gerekse yaşadığı kente büyük faydalar sağlamış bir kişi. Cumhuriyet sonrası ailesinden yalnız Tofi Mavromati ile Fedon Tahinci Mersinde kalmışlar. Zira Tofi, Rus; Fedon İsviçre uyruklu idiler ve Tofi den sonra torun çocuğu olarak yalnız Fonda Mersinde kalmıştı. Tofi Mersinde Mari Kokaz ile evlendi sonra vefat etti.
Çok geniş ve faal bir aile olmasına rağmen günümüze bu ailen umulduğu kadar fazla bir şey kalmadı. Rahmetli Gündüz Bey Mavromati için araştırma yapmıştı. Fonda ile de görüşmüş yeterli bilgi alamamış. Ailenin şeceresini hiç öğrenememiş. Çarşamba günleri benim yazıhanemde buluşurduk. Bir seferinde bu eksiklik durumunu bana açmıştı. Bende mevcut bir belge ile kendilerine yardımcı olmuştum.
Belge bir dava ile ilgiliydi. Dava; Mersinde Mavromatiler gayrimenkul satın alan bazı kişilerin varisleri ile hazine arasında, Mersin Tapulama Mahkemesinin 985\186 de kayıtlı bir davaydı. Yargıtay Genel Hukuk Kuruluna kadar gitmişti. Aile tablosu, ölümleri, tabiiyetleri Yargıtay kararında yer almıştı. Gündüz Bey, Mersin Üniversitesinin tertiplediği 2002\ Nisan Kollekyumunda Şecereyi(benden aldığını belirtmek nezaketi ile birlikte) açıklamıştı.
Az bilinmesi ve önemine binaen, aşağıda şematik olarak bir defa da ben açıklayacağım. Konuya “Bir de dostluk” kitabı ile girmiştik. Şimdi bu konuya geçiyoruz.
Bildiğimiz kadarı ile Atatürk Evi dediğimiz bina, Mavromati’nin damadı Chrisman adına kayıtlıdır. Canaran ile görüşmesinde de Fonda; Christmanların çocuğu olmadığı için kurtuluştan sonra babam Fedon Tahinciye kalmıştır” diyor.  Fedon Christman‘ın varisi olmadığı için ona intikal etmemesi gerekir. Veraset nedeni ile desek, Mavromati’nin torunu olduğundan, kendisinden başka bütün varisleri ortak olur. Fonda bu konuda bir açıklama getirmediği için anlaşılamıyor.
Benim bu konudaki araştırmalarımda öğretimlerim var. Doğruluk derecesi her zaman tartışılabilir.  Nüfus kaydından da öğrenilebilir yetkimiz olmadığından bu kayda erişemiyoruz. Christman; Fedon Tahinciyi evlatlık almış. Bu suretle Chirisman’ın varisi olabilmiş. Konstantin Mavromati’nin aile tablosu şöyle:
Şema Konulacak  ?????
Mavromati’nin çocukları; Hristo Se- DoYunan, Andoria Yunan, Eleni Yunan, Kalyopi Yunan, Heremyeri Yunan, Arjantin Yunan, Antonaki Yunandır. Torunları ise; Teodor Romen, Atina Yunan, Fedon İsviçre, Madlen İtalyan uyrukludurlar. Antonaki çocukları; İspironi Yunan Konstaniye Rus, Hristoforos(Tofi) Rus, Aleksandra Yunan, Atina İngiliz uyrukluydular. Ancak Yargıtay Genel Kurulu Öfemi ve Lili’nin hangi devletin uyruğu olduğunun incelenmesine de karar vermiş.
Diğer konuya geçersek;
Begonvil”Konsolos adını kimden aldı?
Konsolos Çiçeği bu ismi, Mavromati’nin İspanya konsolosluğu döneminde Pergolalar üzerine konulmak üzere gölgelik için getirttiği, daha sonra konsolos adı ile ünlendiği Fonda’nın ifadesi ile kitapta yer almış. Kısaca Begonvil’in Konsolos Çiçeği olarak ünlenmesi Mavromati’nin İspanya Fahri Konsolosluğuna mal edilmiş. Bunu yeni duyuyoruz. Bu çiçek Pergolada değil, bir koca binanın ön cephesini yıllarca kapladı. Ben bundan 19 yıl evvel bir dergide aynen şöyle yazmıştım; (… Nacar Evi olarak bilinen bina, 1905 yılında Vedih Nacar tarafından inşa ettirilmiştir. Uzun süre İtalyan Konsolosluğu olarak kullanılmıştır. Binanın ön cephesini kaplayan çiçeklere bu gün de halk arasında “konsolos çiçeği” denilir. 1)
Bunu “Eski Mersinde Yaşam” adlı kitabımda tekrarlamışım. ( sa. 165) demek ya okunmamış yahut da hesaba alınmamış…
Şimdi aynı konuda bir başka belge. “ Türkiye de Yabancı Bir Gazetecinin Araştırmaları” isimli kitabın yazarı Romano Damyani. Evvela kitabın yazarını tanıyalım. Eski Mersinliler Damyani Ailesini iyi tanırlar. Uzun yıllar İtalya’nın Mersin Konsolosluğunu yaptılar. Tüccar Kulübü’nün ailece müdavimiydiler. Romano 1929 doğumlu. İtalyan uyruklu babası Mersin İtalyan Konsolosluğuna atanınca Mersin’e gelmiş. Mersin lisesini bitirdikten sonra Milano Hukuk Fakültesinden mezun olmuş. Milano Katolik Üniversitesi Uluslararası Amme Hukuku İhtisas diploması almış. Ansa Ajansı Türkiye temsilciliğine atanınca, Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi Basın-Yayın Yüksek Okuluna devam edip buradan da diploma almış.
Kitaptan buna ait bölümü aktaracağız. Begonvil’in kimin tarafından ve nasıl konsolos çiçeği yapıldığına okuyucular karar versin…
(… o zamanki İtalyan Konsoloshanesi binasını daha ilginç kılan bir hususiyet vardı. Babama Rodos’dan ufacık dört tane ağaç dalı bir İtalyan vapuru ile gönderilmişti. … Babam o ufacık dalları cebine koyarak karaya indi. Ve Konsoloshanenin önündeki bahçeye ekti. Hiç tahmin etmiyordu, fakat odalar kök saldı. Yukarılara doğru alabildiğine yükseldiler. Bunlar Türkiye’de halk arasında ‘’Konsolos Çiçeği’’ diye adlandırılan Bougainville ismini taşıyan, tropikal bölgelere mahsus çiçeklerdi. …Babam zamanla bu çiçeklerin ağaçlarından dallar kopartarak dağıttı, nasıl ekileceklerini de izah etti. )2
Kitapta Mavromati’den de söz edilmiş. Biraz alıntı alırsak;
(…İpten Adam Kurtarır’’denilirdi. Gerçekten bir adamı dahi durdurabilecek güç de olmuş olduğuna inanıyorum. Andon isminde yarı yarı deli Rum tabası bir Kavası vardı. Andon Kavas bile büyük itibara sahipti’’ Mavromati ailesi mütevazı bir evde otururdu. Bina hala mevcut ise eski Tüccar Kulübünün karşısında idi. Bu evde oturan Madam Mavromatinin lakabı Kokana idi. Kokona Yunanca ‘Hanım’ demekti. Tek başına kullanıldığında çok muhterem bir hanım anlamına gelir.) diyor.
Gelin Çiçeğide denilen Begonvil, yalnız Mersin’de değil, Türkiye’nin birçok yerinde ‘’Konsolos Çiçeği ‘’ diye anılır ve bu isim bizce Mersin de İtalyan Konsolosluğunda ilk defa ekilmiş ve yayılmıştır.
İtalyan Konsololuğu; diğer kendi özel bürolarını tahsis eden Fahri Konsolosluklar gibi bir binada değil, kışla caddesinin en güzel binalarından bahçeli Nacar Evin’de yerleşikti. Bu binada 30 yıldan fazla kaldığını sanıyoruz. Mavromatiye ait işyerleri genelde Yoğurt Pazarı civarı, Gümrük meydanı gibi mahallerde olarak bilindiği gibi, Mavromatinin İspanya Fahri Konsolosluğunu da uzun süre yaptığını da sanmıyoruz. Rusya Fahri konsolosluğu yaptığı şeklindeki bilgilere de rastlamıştık.
Biz geçerli sandığımız açıklamayı yaptık. Takdir okuyucuların…
1 Mozayik Dergisi.1993.Ta. Sayı.14.Sa.46
2 Ankara.1998.Sa.105
başlıyorum..